Evrimin Kanıtı Olarak Neleri Sayabiliriz?

Standart

Evrim, canlılığın zaman içerisindeki değişiminin göstergesidir. Dünya üzerinde yaşamış olan türlerden %99 unun, günümüzde soylarının tükendiği düşünülmektedir. Soyların tükenmesi, canlılığın evrimleşmesinin bir yoludur. Evrimin temel bileşenlerinden birisi olan doğal seçilim, ortam şartlarına uyum sağlayamayan veya diğer türler arasında başarısız kalan türlerin, doğa tarafından seçilime uğrayarak sayılarının azalmasını ve sonunda da ortadan kalkmalarını gerektirir.

Canlıların sahip oldukları kalıtım maddesi (DNA), canlılar arasındaki akrabalık derecesinin temel göstergesidir. Kural olarak, yakın akraba olan türlerin veya aynı atasal canlıdan evrimleşerek bugünkü halini almış olan türlerin, DNAlarındaki baz dizilimleri birbirlerine benzerdir. DNA benzerlik derecesi, türlerin birbirlerine ne denli yakın akraba olduklarının en önemli ve tartışmasız kanıtıdır. Örneğin; goriller ile aynı ortak atadan evrimleşmiş olan insanların (lütfen dikkat ediniz, gorillerden evrimleşmiş değil!!) DNları, birbirlerine çarpıcı şekilde benzerlik gösterir. Bilim adamları tarafından, canlı gruplarının gen frekansları ve protein yapıları üzerinde yapılan araştırmalarda, zaman içerisinde meydana gelen evrimsel değişiklikler ortaya çıkarılmaktadır.

Evrim teorisine göre, dünya üzerindeki tüm yaşam formları, ortak bir atadan gelmektedir ve birbiri ile akrabadır. Evrimin en önemli iki kanıtı olarak fosilleri ve homolojiyi sayabiliriz.

Fosiller, bize günümüz öncesinde yaşamış olan canlı formları hakkında bilgiler verir ve canlılar arasındaki akrabalık derecelerinin tanımlanmasına yardımcı olur. Homoloji ise, ortak kökenlerden gelişen yapıları inceler. Sucul memeliler olan balinalarda, yürüme işlevleri olmamasına rağmen kalça kemerlerinin kalıntıları bulunur. Çok büyük bir ihtimalle bu canlılar, karasal yaşama uyum yapmış olan yürüyen memeliler ile ortak bir atadan evrimleşmiştir. Paleontologlar tarafından, daha gelişmiş arka üyelere sahip olan fosil bir balina formu (Pakicetus) bulunmuştur. Bu da, balinaların yürüyen memelilerden evrimleşmiş olmalarını teorisini doğrulayan bir kanıttır. Çünkü bu teoriye göre, eskiden yaşamış olan balinalar, atalarına daha fazla benzerlik göstermelidir.

Resime bakmak için tıklayınız: http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/evrim1.jpg

Diğer bir ilginç fosil, tıpkı kuşlar gibi tüylü kanatları olan bir dinozora aittir: Archaeopteryx. Kuşlara benzer kanatları olan bu dinozorun, kuşların aksine dişlerinin olması oldukça ilginçtir. Bu durum, kuşlar ve dinozorların ortak bir atadan evrimleştiği ve kuşların, dinozorlardan arta kalan son gelişmiş örnekler olduğu şeklinde yorumlanabilir.

Resime bakmak için tıklayınız: http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/evrim3.jpg

Analoji ve homoloji kavramlarını birbiriyle karıştırmamak gerekir. Analog iki organ, aynı işleve sahip olabilir ancak kökenleri farklıdır. Homolog organların ise kökenleri aynıdır. Örneğin böceklerin kanatları ile kuşların kanatları, aynı görevi görmelerine rağmen farklı kökenlerden gelişmiştir. Bu nedenle de homolog değil, analog organlardır ve kuşlar ile böcekler yakın akrabalar değillerdir. Birbiriyle yakın akraba olan türlerde, homolog organlar bulunur. Homolog organların işlevleri her zaman aynı olmayabilir. Örneğin; balinaların ön üyeleri (yüzgeçleri), yarasaların kanatları ve insanların elleri homologdur, ancak bu farklı memeli gruplarında, farklı işlevlere sahiptirler. Kuşların ve yarasaların kanatları da homologdur. Her ikisinde de bir üst kol kemiği (humerus), alt kol kemikleri (radius ve ulna), bilek kemikleri ve parmak kemikleri bulunur. Yani, aynı genetik plandan çıkmışlardır.

Deniz Candaş

Kaynak: http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=2&so

İkincil Kaynak: http://www.facebook.com/note.php?note_id=231113493860

National Geographic’in Evrim Belgeseli 1/6

Standart

Bölüm 1. Toplamda 6 bölümden oluşuyor.

National Geographic’in hazırlamış olduğu Darwin Yanıldı mı? adlı belgeseli buradan izleyebilirsiniz.

Evrimi öğrenmek isteyenler,

Evrim kuramının sağlam bir teori olup, olmadığını merak edenler,

Evrimin kanıtlarının neler olduğunu merak edenler, bu belgeseli izlemeliler.

Vodpod videoları artık kullanılamıyor.

Canlıların evrimleşerek günümüze gelmesi

Standart

İlk canlının nasıl oluştuğunu bilemiyoruz fakat bunun hakkında gayet açıklayıcı bilgilerimiz var. Günümüzde Darwin’in başlattığı ve günümüze kadar değiştirilip üstüne çok sayıda veri eklenen evrim teorimiz var. Evrim teorisi dışında mantıklı bir şekilde bu zaman sürecini açıklayan bir düşünce var mı? Var, yaratılışçılık. Fakat yaratılış düşüncesi hiç bir bilimsel veriye dayanmadığı gibi, yaratıcının nasıl varolduğu konusunda çok sayıda çelişki içermektedir. Fakat yaratıcı eğer varsa, neden böyle bir şey yapmış olmasın ki? Dediğimiz gibi başlangıcı çelişkili ve bilimsel olmadığı için buna deyinmeyeceğim. Canlıları günümüzdeki durumlarına getirecek 2 fikir var:

1. Yaratıcı
2. Abiyogenez ve Evrim

Dediğim gibi 2 düşüncenin doğruluğunu anlatarak birinciye ihtiyacı olabildiği kadar düşüreceğim ve ikinci seçeneğin ne kadar mantıklı olduğu görülecektir.

Dünyada ilk canlı nasıl oluştu?

Bunu Miller – Urey deneyi ve sonraki deneyler gösteriyor. Burada uzun uzun açıklamayacağım, aşağıdaki linkten inceleyebilirsiniz:

https://pozitifateizm.wordpress.com/2009/09/12/miller-urey-deneyi

Evet, ilk canlıyı oluşturduk. Şimdi bunun günümüze kadar evrimleşerek gelme olasılığına bakalım. İnançlılar evrimi anlamayayıp hemen konuşmaya başlıyorlar: “İnsanın kendiliğinden oluşması imkansızdır. Bunun evrimle gerçekleşmesi olanaksızdır.” Gerçekten öyle mi? Biz insan kendiliğinden (birden) oluştu demiyoruz. İnsan; ilk canlının üzerine çok uzun sürelerde ufak ufak şeyler eklenerek oluştu. İlk canlı bizim anladığımız kadar karmaşık değildir. Oluşma ihtimali çok küçüktür. Bunu zaten Dünya’mızdan görüyoruz, oluşmuş. Belki kısa bir zamanda evrim zordur ama, milyonlarca canlının milyonlarca zamanda evrim geçirmesi çok basittir. Bunu evrendeki bir gezegende canlının oluşma ihtimalini anlatarak göstereceğim.

Bir gezegende canlı oluşma ihtimali 1/999.. olsun. Paydayı istediğiniz kadar büyütebilirsiniz. Bu durum olanaksız gibi görünebilir. Kendiliğinden canlı oluşamaz gibi, oysa ki olaya birde şurdan bakalım.

Evrende kaç gezegen var, ne kadar süremiz var?

Tahmin ettiğimiz kadarıyla evrende sonsuz gezegen ve sonsuz bir zaman (en azından bize göre) var. Bu şekilde oran değişir ve: 1. 999.. / 9… = 1 !!

Yani olasılık diye bir şey yok. Kesin olmalı! Aynısı evrim içinde geçerlidir. Eğer evrimde eksik bir halka olduğunu düşünüyorsanız, buraya yazın ve açıklayalım. Evrimi baştan sona ayrıntısız açıklamak kimsenin elinde değil.

Miller – Urey Deneyi

Standart

Miller-Urey Deneyi, kimyasal evrimin oluşumunu denemek üzere, dünyanın ilk zamanlarında varolduğu öngörülen koşulların benzetim yöntemiyle oluşturulduğu bir deneydi. Bu deney, özellikle Aleksandr Ivanovich Oparin ve J.B.S. Haldane’in, ilkel dünya üzerindeki koşullarda varolan inorganik öncüllerinin kimyasal tepkimeler yoluyla organik bileşikleri sentezlediği hipotezini sınamak içindi. Abiyogenez konusunda klasik bir deney olduğu kabul edilen bu deney, 1953 yılında Stanley Lloyd Miller ve Harold Urey tarafından Chicago Üniversitesi’nde yapılmıştı.

2008 yılının Ekim ayında, yeniden analizi yapılan deneyin malzemelerinin, düzenek içinde 5 değil 22 tane amino asit ürettiği yayınlanır. Bu düzeneğin, şimşek oluşturan bir volkan püskürmesinin benzetimini oluşturduğu sanılmaktadır. Bu yeni sonuçlar, organik moleküllerin inorganik tepkimelerin sonuçlarıyla sentezlenebileceğine ilişkin güçlü kanıtlar göstermiştir.

Miller-Urey Deneyi

300px-Miller-Urey_experiment-en_svg

Deney ve Yorumu

Deney, su (H2O), metan (CH4), amonyak (NH3), hidrojen (H2) ve karbon monoksit (CO) ile yapılmıştır. Bu kimyasallar, steril cam tüp ve kaplar dizgesi içinde, dış ortamdan yalıtılmış olarak bulunuyordu. Bir cam kap yarısına kadar sıvı haldeki su ile doluydu, diğer bir cam kapta ise bir çift elektrot vardı. Su ısıtılarak buharlaşma sağlanmıştı, elektrodlar arasında ise kıvılcımlar çakması sağlanarak dünyanın atmosferindeki yıldırımların ve su buharının benzetimini sağlanmıştı. Daha sonra atmosfer tekrar soğutularak suyun yoğuşması ve damlalar halinde ilk kaba geri dönmesi ve sürekli bir döngü içinde olması sağlanmıştı.
Bir haftalık sürekli bir işlemin ardından Miller ve Urey sistemin içindeki karbonun en az %10-15 kadar bir kısmının organik bileşik oluşturduğunu gözlemlemişlerdi. Karbonun yüzde iki kadar bir kısmının da, canlıların hücrelerini oluşturan proteinlerin oluşumunda kullanılan amino asitleri, bol olarak da glisinin oluşturduğunu görmüşlerdi. Şekerler, lipidler ve nükleik asitlerin bazı yapıtaşları da oluşmuştu.

Bir röportajda Stanley Miller, “Basit bir prebiyotik deneyde kıvılcım oluşturmak bile 20 amino asidin 11’inin ortaya çıkmasını sağlar” demiştir.

Ardından yapılan bütün deneylerde de gözlendiği gibi, hem sol hem de sağ optik isomerler “rasemik” karışımın içinde yaratılmıştır.

Diğer Deneyler

Bu deney birçok başka deneye esin kaynağı olmuştur. 1963’te Joan Oró, su çözeltisi içinde bulunan hidrojen siyanür (HCN) ve amonyaktan amino asitler üretilebileceğini bulmuştur. Aynı zamanda deneyinde, büyük miktarda nükleotid bazlı adenin ürediğini de görmüştür. Daha sonra gerçekleştirilen deneyler göstermiştir ki, diğer RNA ve DNA bazları da “azaltılmış atmosfer” ortamında, benzetimli prebiyotik kimyasal tepkimeyle elde edilebilir.

Miller-Urey deneyinin yapıldığı dönemde Yaşamın Kökenine ilişkin benzer elektrik boşalımı deneyleri yapılmıştı. 8 Mart 1953 tarihli The New York Times gazetesinde yayınlanan “Looking Back Two Billion Years” (İki Milyar Yıl Geriye Bakmak) isimli makale, Mayıs 1953’te Miller “Science” dergisinde akademik makalesini yayınlamadan önce, Wollman (William) M. MacNevin’in Ohio State Üniversitesi’ndeki çalışmasını anlatır. MacNevin 100,000 voltluk kıvılcımları metan ve su buharından geçirip “incelemesi çok zor olan” “katı resinler” elde etmekteydi. Aynı makalede MacNevin’in dunyanın ilk dönemlerine ilişkin deneyleri de anlatılmaktaydı. Bu deneylerden elde ettiği sonuçları bilimsel makale olarak yayınlayıp yayınlamadığı bilinmemektedir.

K. A. Wilde’ın 15 Aralık 1952 tarihinde, 14 Şubat 1953’te Miller’in “Science” dergisine makalesini vermeden önce, dergiye yolladığı makalesi 10 Temmuz 1953’te yayınlanmıştır. Wilde, bir akış sistemi üzerinde bulunan, karşılıklı iki karbon dioksit (CO2) ve su karışımları üzerinde sadece 600 volta kadar çıkan akım kullanmıştır. Sadece az miktarda karbon dioksitin karbon monoksite indirgendiğini gözlemlemiş, başka önemli bir indirgeme veya yeni oluşan karbon bileşimi elde etmemiştir.

Jeffrey Bada tarafından “Scripps Institution of Oceanography”, La Jolla, Kaliforniya’da, daha yakın zamanlarda yapılan deneyler Miller’in deneylerine benzer. Ne var ki, Bada’nın gösterdiği üzere, şimdiki modellerde oluşturulan ilk dönem dünya koşullarında karbon dioksit ve nitrojen (N2) nitritleri oluşturmakta, bunlar da amino asitleri oluşur oluşmaz bozmaktadır. Bu durumda, ilk dönem dünyasında nitritlerin etkisini nötralize edecek önemli miktarlarda demir ve karbonat mineralleri olmalıydı. Bada, Miller’in benzeri deneyini demir ve karbonat mineralleri ekleyerek yinelediğinde sonuç ürünleri zengin amino asitler içeriyordu. Bu deneyin çıkarımına göre, karbon dioksit ve nitrojen içeren bir atmosferi olan bir dünyada bile önemli miktarda amino asit kökeni oluşmuş olabilirdi.

2006’da başka bir deneyde ilk dönem dünyasının organik bir sis tabakasıyla örtülü olabileceğini göstermiştir. İlk dönem dünyasında geniş bir alanı kaplayan metan ve karbon dioksit konsantrasyonları üzerinde organik sis tabakası oluştuğu düşünülmektedir. Bu oluşumdan sonra, organik moleküller bütün dünyanın yüzeyine inerek yerkürenin her yerinde yaşamı başlatmış olmalıdır.

Deneyin Kimyası

Tepkime karışımında ilk adımda hidrojen siyanürün (HCN), formaldehid ve aktif ara bileşimlerin (asetilen, siyanoasetilen, vb.) oluştuğu bilinmektedir:
CO2 => CO + [O] (atomik oksijen)CH4 + 2[O] => CH2O + H2OCO + NH3 => HCN + H2OCH4 + NH3 => HCN + 3H2 (BMA prosesi) Bu bileşimler daha sonra amino asit oluşumlarıyla ve diğer biyomoleküllerle tepkimeye girerler (Stecker sentezi).

CH2O + HCN + NH3 => NH2-CH2-CN + H2ONH2-CH2-CN + 2H2O => NH3 + NH2-CH2-COOH (glisin)

Erken Dönemde Dünyanın Atmosferi

Bazı kanıtların ışığında, dünyanın ilk atmosferinde varolan indirgen moleküllerin miktarı Miller-Urey Deneyi’nin yapıldığı zaman sanıldığından daha az olduğu düşünülmektedir. 4 milyar yıl önce, atmosfere karbon dioksit, nitrojen, hidrojen sülfit (H2S) ve sülfür dioksit (SO2) salınımı yapan çok büyük volkanik patlamaların olduğunu destekleyen birçok kanıt vardır. Bu gazları Miller-Urey’in ilk deneylerindeki gazlarla beraber kullanan deneylerde çok daha farklı sonuçlar elde edilmiştir. Bu deney rasemik (hem L hem de D enantiyomerleri olan) bir karışım yaratarak “laboratuvarda her iki versiyonun da çıkmasının olası” olduğunu göstermiştir. Buna rağmen, doğada L amino asitleri daha baskındır. Sonraki deneyler orantısız miktarlarda L ve D yönelimli enantiyomerlerin olasılığını onamıştır.

İlk başlarda ilkel ikincil atmosferin çoğunlukla amonyak ve metan içerdıği düşünülürdü. Ne var ki, atmosferdeki karbonun çok büyük bir kısmı, belki biraz karbon monoksitle birlikte karbon dioksit CO2 ve çoğunlukla nitrojen N2 idi. Uygulamada, CO, CO2, N2, vb. içeren gaz karışımları, aralarında O2 olmaması koşuluyla, CH4 ve NH3 gaz karışımlarıyla aynı ürünleri ortaya çıkarırlar. Hidrojen atomları çoğunlukla su buharından gelir. Aslında, aromatik amino asitleri ilkel dünya koşullarında üretmek için hidrojence zengin olmayan gaz karışımlarını kullanmak gerekir. Doğal amino asitler, hidroksiasitler, pürinler, pirimidinler ve şekerlerin çoğu Miller deneylerinin değişik örneklerinde elde edilmiştir.

Yakın tarihli sonuçlar bu çıkarımları sorgulamaktadır. Waterloo Üniversitesi ve Kolorado Üniversitesi 2005 yılında yaptıkları benzetim modelleriyle, dünyanın ilk atmosferinin en fazla yüzde 40 hidrojen içerdiğine, yani prebiyotik organik moleküllerin oluşumuna çok daha uygun bir çevre oluşturduğuna dikkati çektiler. Atmosferin üst katmanlarının sıcaklığı konusundaki tahminler yeniden gözden geçirildiğinde, dünyanın atmosferinden uzaya dağılan hidrojenin miktarının daha önce düşünnülenin sadece yüzde bir olduğu sonucuna varıldı. Yazarlardan Owen Toon’un belirttiği gibi: “Bu yeni senaryoda ilk dönem atmosferinde organik maddeler verimli olarak üretilebilmektedir, bu da bizi organik maddelerce zengin okyanus çorbası kavramına yeniden götürür… Sanıyorum ki, Miller ve diğerlerinin deneylerini yeniden geçerli kılar.” İlk dünya hakkında, kondirit model kullanarak yapılan açığa gaz çıkışı hesaplamaları, Waterloo/Kolorado sonuçlarını bütünleyerek Miller-Urey deneyinin yeniden önemle ele alınmasını sağlar.

Bunlara rağmen, bu karışıma gaz halindeki oksijen eklenirse hiçbir organik molekül oluşmaz. Miller-Urey hipotezinin karşıtları, yakın zamanda yapılan araştırmada, suda eriyik durumdaki oksijenle taşınmış olan 3.7 Ga yaşındaki uranyum kalıntılarının bulunmasını fırsat bilmişlerdir. Bu karşıt görüşlüler, Miller-Urey benzeri bir senaryodaki gibi prebiyotik moleküllerin oluşumunun, oksijenin varlığı ile geçersiz olduğunu, abiyogenez hipotezinin geçersiz olduğunu öne sürmüşlerdir. Ama, makalenin yazarları oksijenin varlığının açık olarak fotosentez yapan organizmaların varlığını kanıtladığını söyleyerek 3.7 Ga zaman önce (ilk tahminlerden yaklaşık 200 Ma zaman önce), Miller-Urey tepkimelerinin ve abiyogenezin olduğu zaman dilimini daha geriye çekerek geçesiz kılmayacağını söylerler. Buna rağmen, her ne kadar üzerinde tartışılsa da, atmosferdeki oksijenin çok az (%0.1’den az) bir miktarı, dünyadaki en eski kaya oluşumları kadar eskidir. Yazarlar daha önce düşünülenden erken dönemde oksijence zengin atmosferin varlığını yadsımamakta, “… Aslında çoğu kanıtın söylediği gibi, oksijenli fotosentez oksijensiz atmosferin varlığının kanıtlandığı dönemlerde vardı.” demektedirler.
Güneş Sisteminin başka kısımlarında, çoğu zaman şimşeğin yerini alan ultraviyole ışığı kimyasal reaksiyon için itici güç olarak kullanan, Miller-Urey deneyine benzer koşullar bulunmaktadır. 1969’da Murchison, Victoria, Avustralya yakınlarına düşen Murchison meteoritinde, 19’u dünyadaki yaşamda varolan, 90’ın üzerinde farklı amino asit bulunmuştu. Kuyruklu yıldızlar ve diğer güneş sisteminin dışından gelen buzlu cisimlerin kendi dış yüzeylerini koyulaştıran, bu tür kimyasal süreçlerle oluşmuş, büyük miktarlarda karmaşık karbon bileşimleri (örneğin tolinler) barındırdığı düşünülmektedir. İlk dönem dünyası, karmaşık organik moleküller, su ve diğer kolay buharlaşabilen maddelerle dolu kuyruklu yıldızlarla bombardıman edilmekteydi.

Yakın zamanda yapılan ilişkili çalışmalar

Geçtiğimiz yıllarda, hala varolan türlerin son evrensel atası olduğu varsayılan, bir çok birbirinden çok farklı türün organizmasında ortak olan “eski” genlerin “eski” bölgelerindeki amino asit dizgelerinde çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalarda, o bölgelerde ortaya çıkan ürünlerin Miller-Urey deneylerinde üreyen amino asitlerce zengin olduğunu ortaya koymuştur. Bu duruma göre orijinal genetik kodun temeli şimdikine değil, sadece prebiyotik doğada bulunabilen, daha az sayıdaki amino asitlere dayalıdır.

2008’de, bir grup bilim adamı Miller’in 1950’lerin başında yaptığı deneyinden arta kalan deney kaplarını inceledi. Klasik deneyin yanısıra Miller, Charles Darwin’in “ılık küçük gölet”ini çağrıştıran, aralanda volkanik patlamaların bir benzeri olan, daha bir çok deney yapmıştı. Bu deneyde boşalan elektrik akımının üzerine basınçlı buhar püskürten bir hortum ucu vardı. Yüksek performanslı sıvı kromatografi ve kütle spektrometrisi kullanarak Miller’in bulduğundan daha fazla organik molekül buldular. En ilginci, volkan benzeri deneyin en fazla organik molekülü, 22 amino asit, 5 amin ve elektriklenmiş buharın ürettiği hidroksil radikallerce üretilmiş oloduğu sanılan birçok hidroksilatlı molekülü ürettiğini görürler. Bilim adamları bu nedenle volkanik adaların organik moleküllerce zengin olduğunü öne sürerek, karbonil sülfitin varlığının bu moleküllerin peptidleri oluşturmasına yardımcı olduğunu belirttiler.

Ateizm ve evrim ilişkisi

Standart

İlk önce en çok merak edilen konu şu: Evrim yaratılış inancını çökertir mi, ateizmin dayanaklarından mıdır?

Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. Evrim gerçeği; canlıların oluşumundan günümüze geçen süreçteki bu canlılar üzerinde kalıtsal bir çeşitliliğin sonucun olan değişim-gelişim-farklılaşma gibi durumları açıklamayla uğraşan bir bilim uzantısıdır. Evrim genel olarak yaratılışçılıkla değil fakat dinlerle çarpışmaktadır. Kimi dinlerle insanlık tanrı tarafından yollanan iki insan aracılığıyla başlarken diğerlerinde daha da abartılı başlangıçlar bulunmaktadır.

Evrim; insanlığın bu şekilde oluşamayacağını belirtmez, bunu bize biyolojideki gelişmeler açıklar. İki insanın dünya üzerinde yaşama başlaması ve bunu o gelişmemiş halleriyle devam ettirmesi çok zordur, özellikle biyolojik olarak. Fakat bunu bize evrim söylemez, bu yüzden; evrim asla yaratılışçı düşünceyi yok edemez ama çoğu dindeki insanın diğer canlılardan özel olması gibi bir düşünceyi yıkar. İnsan da diğer canlılar gibi basit bir canlıdan evrimleşmiştir ve hiç bir özelliği yoktur tek farkı biz evrimimizi hızlandırarak diğer canlılara gözle görülür bir fark attık. Bu üstünlüğümüzü de mitolojik güçlere bağladık çünkü insan güçlü olmayı ve güçlü olduğunun söylenmesini sever. Bunu şu şekilde anlayabiliriz, evrime karşı denilen şu cümleden: “Ne yani, bizim maymunlardan geldiğimizi mi düşünüyorsun? Sen öyle olabilirsin ama ben insanoğluyum.” Bu tip cümlerelerden anlaşıldığı gibi evrime göre bile maymundan gelmememize rağmen bunu yanlış anlaşılmayı duyan insanlarda kendini aşağılık hissetme duygusu baş gösterir. Çünkü o kişilere göre insan-hayvan arasındaki fark büyük. Bazen o kadar büyük bir üstünlük istiyorlar ki, hayvanlarda akıl olmadığını ve insana has bir şey olduğunu iddia ediyorlar, bu konuşulması gereken uzun bir konu, daha sonra değinmek isterim.

Peki ya evrim ateizmin dayanağı mıdır diyelim bu seferde.. Değildir! Dediğimiz gibi evrim yaratılışçılığı çürütmez sadece canlıların oluştuğu süreçten günümüze kadar olan kısmı inceler. Bu yüzden ateizm-evrim birlikteliği teorik olarak saçmadır. Tek birleştikleri yer vardır ki, dinlerdeki yaratılış hikayeleri saçmadır! Ateizmin evrim teorisi olmadan da ayakta kalacaktır, fakat büyük darbe yiyecektir. Çünkü evrimin yerine düşünülebilecek mantıklı bir teori yok. Zaten evrimi tartışmaya veya teori demeye hiç gerek yok artık. Evrim bir gerçektir!

Bunlar göz önüne alındıktan sonra, ateistlerin büyük çoğunluğu evrimi kabul eder zaten evrimin kabul edilip-edilmeme gibi bir kısmı kalmamıştır dediğimiz gibi, gerçektir! Bu da dinleri terketmekte büyük etken oluşturmaktadır. Dinler sadece insanlığın oluşturduğu mitolojik hikayelerdir, gün geçtikçe daha güzel anlaşılmaktadır dinlerin hataları. Biz ne olursa olsun tarafsız bakıp, bilimin dediklerini gerçek kabul etmeliyiz. Binlerce yıl önce yazılmış olan bir kaç kitaptan umut almamalıyız. Onlar sadece yazıdır, hiç bir kanıtı yoktur fakat bilimin gün geçtikçe sözleri değişmekte ve yeni kanıtları ortaya koymaktadır. Dinleri kabul etmemek için evrimden yeterli kaynağı alabiliriz. Bunun yanında bilimde çok yardımcıdır. Ama bilimi yeteri kadar araştıran biri tanrının ne olup-olmadığını anlayacaktır. Çok kısa bir sonuç çıkacaktır ortaya:

Tanrının varolması mümkün değildir! En azından bize anlatılan tanrının…

Charles Darwin

Standart

Charles Darwin 12 Şubat 1809’da Shrewsbury kasabasında doğdu ve 18 Nisan 1882’de Kent’teki evinde öldü. Robert Waring Darwin ile Susannah Wedgewood’un beşinci çocukları ve ikinci oğulları idi.

Darwin’in zamanında ve öncesinde İngiliz kültüründe kökten değişiklikler yaşıyordu. Ailesinin yapısı da Darwin’i bu değişikliklerin ortasına atmıştır. Dedesi Erasmus Darwin zengin ve saygın bir fizikçi idi. Aynı zamanda da aydınlanma fikirlerini, eşitlik ve – tanrının varlığı hakkında ve dünya yaratıklarının doğal başlangıcı hakkında serbest konuşma özgürlüğe da dahil olmak üzere – özgürlükleri savunan bir radikaldi. Doğa tarihi üzerine ilk çağlardan beri yaşayan canlıların yukarı doğru gelişimi de dahil olmak üzere evrimsel spekülasyonları savunduğu makaleler yazmıştı. Serbest düşünce taraftarı Lunar Society adlı bir derneğin üyesiydi. Üyeler Birmingham’da sık sık toplanarak yeni teknolojik ve endüstriyel ilerlemelerden son felsefi ve bilimsel fikirlere her şeyi tartışırlardı. Bu grup içinde C. Darwin’in diğer dedesi Josiah Wedgewood da vardı. Grubun dinsel eğilimi ise kilisenin kuşkulu bakışları altında -karşıt – idi. Bu sırada Avrupa ve Amerikaları çalkalayan devrimci karakterli felsefi, bilimsel ve politik fikirleri etkinlikle destekliyorlardı. Dolayısıyla Charles’ın babası; Robert Darwin de babasını izleyerek bir doktor oldu ve Josiah Wedgewood’un kızı Susannah Wedgewood ile evlendi. Çift Shrewsbury’ye yerleşti. Haziran 1817’de Susannah, Charles 8 yaşındayken öldü.

Annesi Charles’ı üniteryen* bir rahip tarafından işletilen bir okula göndermişti. Ama annesi ölünce, babası da onu Shrewsbury okuluna aktardı. Charles bu okulda Yunanca ve Latinceye çalışacak yerde doğayla haşır neşir oluyor, her çeşit böcek ve mineral topluyordu. Babasının dikkatli gözetimi altında büyük kardeşleri sorumluluğunu almışlardı. Babası onu da doktor yapmak istiyordu. Yazları babasına hastaları turlarken yardım ediyordu. Sonunda babası onu 16 yaşında Edinburg’a tıp tahsili için yolladı. Ancak Charles’ın bu tahsili, aslında çok yatkın olmasına karşın, iki nedenden yarıda bıraktığı anlaşılıyor. Babasının işleri çok iyi gitmişti ve ömrü boyunca bağımsız olarak doğadan örnek toplayarak yaşayabilirdi. Zaten doğaya bu ilgisi öyle ileriydi ki Edinburg Kraliyet Derneği, Plinian Derneği toplantılarına katılıyordu, iki tane bildiri bile sunmuştu. Zoolog Robert Grant onu ilk defa Lamarck’ın evrim kuramı ile tanıştırmıştı. İkinci neden ise henüz anestezinin bilinmediği zamanlarda bayıltılmadan ameliyat edilen bir çocuğun ıstırabına tanık olmasıdır. Ancak bu arada bilime eğilimi kimya, jeoloji, ve anatomi dersleri ile kuvvetlenmişti. Tıpla ilişkisini kesme kararı sonunda babası ona ilahiyat öğrenmek üzere Cambridge’i önerdi. Charles karşı çıkmadı.

1928 Yılında Cambridge’e gelen Charles burada yaşamının en mutlu 3 yılını geçirdi. Otobiyografisinde** bu dönem için boşa harcanmış zaman demesine karşın hem mutlu olduğunu hem de karşılaştığı bilimsel etkileri anlatmıştır. İşte bu etkiler Darwin’in daha sonra kurup geliştireceği evrim tasarımları için son derece önem taşır. Akademik kısmı boşa harcanmış saymasına rağmen Matematik, Klasik Yunan ve Teoloji derslerinde gayretlidir ve 3 sene sonunda Ağustos 1831’de mezun olur. Bu arada din bilimci Paley‘in Hıristiyanlığın Kanıtları, Ahlak Felsefesi, Doğal Teoloji gibi kitaplarından özellikle bahseder ve ona olan hayranlığını da belirtir. Ancak o zaman da, sonra da bunların gelişmesine hiçbir katkısı olmadığını da bilmektedir. Profesör John Stevens Henslow ile tanışması bütün kariyerini değiştirecektir. Onun çevresine katılır, başkaları ile de – ve jeolog Adam Sedgwick ile – tanışır ve apayrı bir dalda da gelişmeye başlar. Bitki toplama keşiflerine katılır. Zaten böcek toplamayı hiç bırakmamıştır. Adam Sedgwick onu iki kez İngiltere ve Galler’de uzun jeolojik turlara alır. Darwin zaten evrimci görüşün öncülerinden dedesi Erasmus Darwin’den evrim düşüncesine aşina idi. Cambridge?de yer bilimci Lyell‘in, dedesi gibi milyonlarca yıl geri giden öğretileri de onu yönlendirmişti. Darwin’in akademik olarak ilahiyatın eğitimi yanında doğa bilimlerine eğilimli ikili eğitimi, dünya görüşünü yan yana sürdürmesi onu hiç rahatsız etmemiştir.

Cambridge’deki son yılında Herschel‘in ve Humboldt‘un kitapları ona “Doğa Bilimlerinin asil yapısına en alçak gönüllü bir katkı eklemek için yanan bir coşku uyandırdı.” İşte, mezuniyet sonrasında Humboldt’un aktardığı Güney Amerika incelemelerinin benzerini gerçekleştirme fırsatı da ayağına gelmişti. Henslow’dan gelen bir mektup Beagle gemisi kaptanının Güney Amerika ve Pasifik’e yapılacak seyahatte kamarasının bir kısmını gönüllü bir doğa bilimciyle ücretsiz olarak paylaşmak isteğini iletiyordu. Beagle gemisi hükümet tarafından Güney Amerika kıyılarını araştırmakla görevlendirilmişti.

Aralık 1831’de Beagle’ın denize açılmasıyla başlayan bu sefer iki sene yerine beş sene sürmüş ve Güney Amerika yerine Dünya turu haline gelmiştir.

Bu arada uğradıkları Galapagos Adaları Darwin’in en önemli gözlemlerinin ve keşiflerinin yaptığı yerdir. Darwin gezi dönüşünde keşiflerini uzun sürede kitaplar halinde yayınladı:

1 – 1839 Mayıs: (Kaptan P. King, Kaptan R. FitzRoy ile beraber) Beagle’in Gezisi Sırasında Ziyaret Edilen Ülkelerdeki Jeoloji ve Doğa Tarihi Araştırmalarının Günlüğü
2 – 1839 Ağustos: (Kendi anlatımı) Beagle?in Gezisi Sırasında Ziyaret Edilen Ülkelerdeki Jeoloji ve Doğa Tarihi Araştırmalarının Günlüğü.
3 – 1839: Beagle Gezisinin Zoolojisi – 2. Kısım – “Memeliler”
4 – 1840: Beagle Gezisinin Zoolojisi – 1. Kısım – “Memeli Fosiller”
5 – 1841: Beagle Gezisinin Zoolojisi – 3. Kısım – “Kuşlar”
6 – 1842: Beagle Gezisinin Zoolojisi – 4. Kısım – “Balıklar”
7 – 1842 Mayıs: Güney Amerikanın Jeolojik Gözlemleri ? Mercan Adalarının Yapı ve Dağılımı
8 – 1843: Beagle Gezisinin Zoolojisi – 5. Kısım – “Sürüngenler”
9 – 1844: Güney Amerikanın Jeolojik Gözlemleri – Volkanik Adalar
10 – 1846: Güney Amerikanın Jeolojik Gözlemleri – Güney Amerika

Darwin 1836’da gezi dönüşünde kendini tamamıyla notlarına ve örneklerine vermiş, sistematik bir şekilde çalışıyordu. Ancak Ekim 1838’de tesadüfen okuduğu Malthus‘un Nüfus (Population) adlı kitabı her şeyi doğru yöne oturttu:

… birden bu şartlar altında uygun değişikliklerin korunmaya, uygun olmayanların ise yok olmaya yönleneceği beni çarptı. Bunun sonucu yeni türlerin oluşmasıydı.

Böylelikle evrimin meydana geldiği, evrimsel değişikliklerin binlerce yıldan milyonlarca yıla uzanan aşamalarla oluştuğu, evrim için ana düzeneğin doğal seçilim denen bir süreç olduğu ve bugün canlı olan milyonlarca türün ise tek bir yaşam formundan türleşme (speciation) denilen kollara ayrışma süreci sonucu ortaya çıktığı gibi kuramlarını oluşturmaya başladı. Ancak bunun sonuçlarını yıllarca saklayacaktı:

… ama önyargıdan sakınmakta o kadar endişeliydim ki en ufak bir taslağını bile bir süre yazmamaya karar verdim. Önce 1842’de kendime kurşun kalemle 35 sayfalık çok kısa bir özet yazma hoşnutluğuna izin verdim. Sonra bu 1844 yazında güzelce kopyalayıp hala da bende duran 250 sayfaya ulaştı.

Ancak kısa adı “Türlerin Kökeni” olan bu kitap yayını için daha 14 sene bekleyecektir.

Bu arada Darwin’in Beagle gezisi sırasında yolladığı fosil örneklerini ve jeolojik mektupları Henslow bilim çevrelerinde göstererek öğrencisinin ününü arttırmıştı. Darwin döndüğünde bilimsel çevrelerde çok ünlüydü. Çok geçmeden Darwin Cambridge’e taşınarak koleksiyonunu organize etmeye ve günlüğünü yeniden yazmaya başladı. 17 Şubat 1837’de Coğrafya Derneği Konseyine seçildi. Kısa sürede bu sefer Londra’ya taşındı ve daha çok bilim adamı ile tanışıp daha fazla çalışmaya başladı. Koleksiyon ve mektuplarını inceleyen uzmanların raporlarını da elden geçirip yayınlıyordu. Tabi sonunda hastalandı. Bu hastalıktan hiç iyileşmedi. Kalp çarpıntılarını mide ağrıları, kusma, titreme ve diğer semptomlar izliyordu. Stresli zamanlarda bunlarda artış oluyordu. Tedavi hemen hiç yararlı olmadı. Daha sonra bunun Güney Amerika’da böceklerin ısırmasıyla geçen Chagas hastalığı olduğu tahmin edilmiştir. Darwin bu arada Coğrafya Derneği sekreterliğini de üstlenmişti.

Darwin’in hazırlığını yaptığı halde “Türlerin Kökeni”ni basmayı ertelemesi çeşitli yorumlara neden olmuştur. Bir yorum onun insanoğlunun kör bir seçilim sürecinin ürünü olduğunu göstermekten kaçındığı şeklindedir. Ancak 1858 yazında, kendisi ile aynı sonuçlara varmış olan Alfred Russel Wallace‘dan bir derneğe sunulmak üzere hazırlanmış bir bildiri alması onu harekete geçirdi. Her ikisinin de derneğe bildiri sunması kararlaştırıldı, Darwin’in Wallace’da bulunmayan zengin verileri vardı. 1844’deki hazırlığını kısaltarak “Türlerin Kökeni”ni 22 Kasım 1858’de bastırdı. Bu kuram geniş yankı uyandırmıştır. 1859 Yılı düşünce tarihinin dönüm noktası olarak sayılabilir.

Türlerin kökeninden 12 yıl sonra insanın kökenine ilişkin görüşleri de “İnsanın Türeyişi” adlı kitabıyla 1871’de iki cilt olarak yayımlandı. Bu kez daha önceki direniş yoktu. Bu hem çoğu okurun aynı sonucu kendilerinin çıkarmış olması yanında geçen süre içinde aynı konuda daha az önemli ama pek çok makale ve kitap yayınlanmasının da etkisi vardır.

Darwin Türlerin Kökeni’nde insanın adını anmaktan çekinmiş, ancak “… İnsanın kökeni ve tarihine ışık tutulmuş olacaktır.” demekle yetinmişti. Ancak İnsanın Türeyişi’nde insan ve diğer memeliler arasında fiziksel ve fizyolojik açılardan temelde farklılıklar olmadığını savunmakla yetinmedi, benzerliklerin insanın kültürel ve ahlaki yaşamı için de geçerli olduğunu gündeme getirdi. Yani ahlak, zeka, yardımseverlik, yurtseverlik vs yi de biyolojik yapı gibi kalıtımın parçası olarak görmüştür. İşte bu husus sonradan Darwin’in haksız olarak suçlanmasına, fikirlerinin yozlaştırılmasında önemli nokta oluşturulmasına yol açmıştır. Çünkü Darwin’in ve bazı Darwin’cilerin toplumsal olay ve olguları “en güçlünün yaşaması? ilkesi içinde yorumlama girişimi insanlığa karşı suçlardan birisi için bilimsel kılıf oluşturmuştur. “Sosyal Darvincilik” adı verilen bu akım “madem ki en güçlülerin yaşaması doğa yasasıdır, o halde zayıflar ortadan kaldırılmalıdır” görüşüyle tarihteki en utanç verici sayfalardan birini oluşturmuştur. Ancak elbette Darwin ırkçılık, kölecilik, soykırımdan yana değildir. Onun Beagle Gezisi notları baştan sona insan topluluklarına değer veren, hoşgörülü bakışlarıyla doludur. Charles Darwin’in çeşitli kuramları ve sonraki gelişmeleri, çeşitli kanıtlar, bilim ve insanlığa yön vermesi, sitemizde detayları ile anlatılmıştır.

Darwin, Beagle yolculuğu sonrasında hastalığının ilk ortaya çıkışında kuzeni Emma Wedgewood ile oldukça yakınlaşmıştı. Onunla 24 Ocak 1839’da evlendi. Darwinler’in on tane çocukları oldu. İki tanesi bebekken öldü. On yaşında ölen Annie ise onları yıkmıştı. Darwin çocukları hastalandıkça akraba evliliği sonucu kalıtımlarından gelecek zayıflıklardan korkardı. Ama diğer çocuklarının çoğu seçkin insanlar oldu: iki ev kadını, bir banker, bir asker, bir botanikçi, bir inşaat mühendisi, bir astronom-matematikçi. Darwin’in gayet düzgün, programlı bir yaşamı vardı. Belli zamanda yemek yer, yürüyüşe çıkar, çalışır, mektup okur ve yazar, karısıyla tavla oynar ve onun okuduğu romanları dinler, gazete okur ve uyurdu. Bu değişmeyen yaşam tarzını, hiç geçmeyen hastalığından gelen zorlukları hafifletmek için seçtiği anlaşılıyor.

Darwin bu araştırıcı yaşamını böcekler ve bitkiler üzerine eserler vererek sürdürdü. 19 Nisan 1882’de 73 yaşında öldüğü zaman gençliğinde gördüğü tüm tepkilere karşın çağının önde gelen bilim adamlarından sayılıyordu. Görkemli bir cenaze töreniyle Westminster Kilisesinde Isaac Newton ve Charles Lyell’in yakınına gömüldü.

Darwin ailesinin geçmişi itibariyle konformist değildi. Babası ve dedesi serbest düşünce taraftarı idi. Kendisi ise gençliğinde İncil’den hiç şüphe etmemişti. Ancak Beagle yolculuğunda bunu sorgulamaya başladı. Düşüncelerinin değişmesi yavaş olmuştur. Yolculuk dönüşünde bile ahlak konusunda İncil’i referans almakla beraber artık tarihsel olarak Tevrat’a inanmıyordu. İnancı zayıflamaya başladı ve sonunda kızı Annie’nin ölümüyle Hıristiyanlığa bütün imanının kaybetti. Bu tarihten itibaren ailesi ile kiliseye gitmemiştir. Kendisine sorulduğunda, Tanrının mevcudiyetini yadsıma anlamında bir ateist olmadığını, ama anlayışının agnostik olarak tanımlanmasının daha doğru olacağını yazmıştı. 1915 yılında Lady Hope onun ölüm döşeğinde dine döndüğünü savlamışsa da Darwin’in çocukları bunu yalanladılar. Son sözlerini karısı Emma’ya yöneltmiştir: “Ne kadar iyi bir eş olduğunu hatırla.

Bir kaç cümleyle ‘evrim kuramının önemini’ özetleyecek olursak:

İnsan dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini öne sürmüş ve o günün şartlarına göre bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur.[1] Darwin’in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici öğesidir. Evrimin gerçekleştiği gerçeği yaşadığı dönemde, doğal seçilim teorisinin evrimin ana açıklaması olduğu ise 1930’lu yıllarda bilim dünyası tarafından kabul görmüştür.[1] Darwin’in orijinal teorileri modern evrimsel biyolojinin temelini oluşturmakta, hayatın çeşitliliği üzerine birleştirici bir mantıksal açıklama sunmaktadır.[2]


Notlar:

*üniteryan – Hıristiyanlarda Tanrının üçlü kişilik inanışı yerine tek kişilikli Tanrıya inanış.
** Charles Darwin otobiyografisini basılmak üzere değil, çocukları ve eşi için yazmıştır. Bunu otobiyografisine giriş satırlarında belirler. Oğlu Francis Darwin’in notu, özel pasajların otobiyografiden çıkartıldığını gösteriyor. Otobiyografisine “Aklımın ve Karakterimin Gelişmesinin Anımsamaları” (Recollections of the Development of my Mind and Character) adını vermiş ve 3 Ağustos 1876’da düştüğü “Yaşamımın bu kısa öyküsü 28 Mayıs’ta Hopedene’de başladı ve o zamandan beri çoğu öğleden sonraları bir saate yakın yazdım” notu ile biter. Ancak 1881’de bunlara bir ek yaptığı anlaşılıyor.

Kaynakça:

What Darwin Really Said – Benjamin Farrington
http://plato.stanford.edu/entries/darwinism/#2.1
http://www.aboutdarwin.com/darwin/WhoWas.html
http://www.stephenjaygould.org/library/darwin_autobiography.html
http://www.lucidcafe.com/library/96feb/darwin.html
http://library.thinkquest.org/21605/Darwin‘slife.html
http://en.wikipedia.org/wiki/Charles_Darwin

1- ^ a b c van Wyhe, John (2008). Charles Darwin: gentleman naturalist: A biographical sketch. Darwin Online. 2008-11-17 tarihinde erişilmiştir.

2- The Complete Works of Darwin Online – Biography. darwin-online.org.uk. Retrieved on 2006-12-15.
Dobzhansky 1973

Kullanılan kaynak siteler:

http://www.evrim-teorisi.org//index.php?option=com_content&task=view&id=1&Itemid=33

http://tr.wikipedia.org/wiki/Evrim

http://www.geocities.com/kibele2tr/darwin_hayat.html

Ateizm Hakkında

Standart

Yeni blogumuzu açmış bulunmaktayız. İlk önce ‘ateizm’ hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır. Ateizm nedir?

Ateizm, tanrı ve dinlerin reddidir. Çoğu kişi, ateizmi tanrı ve dinleri inkar eden felsefi görüş olarak bilir,ama yanlış bir kullanımdır çünkü ‘inkar’ kelimesi terminolojik açıdan ‘var olan birşeyin, var olduğu halde kabul edilmemesi’ durumudur. Ama ateizm, tanrı ve dinlerin gerçekte olmadığını söylediğinden ‘inkar’ kelimesi ‘ateizm’i tanımlamada yanlış bir kullanım olacaktır.

Kısaca özetleyecek olursak;

Ateizm, tanrı ve dinlerin varolmadığını (gerçek olmadığını) söyler.

Ateizm’in kısaca tanımlamasını yaptıktan sonra ateizm’in çeşitlerine gelelim.

Ateizm kaç çeşittir?

George H. Smith’in sınıflandırması ‘negatif ve pozitif’ olarak ikiye ayrılır. Ama ben burada ‘ateizm’in genel olarak kaç çeşit olduğunu yazacağım kısaca.

1-Pozitif ateizm:

Pozitif ateizm, tanrı kavramının absürdlüğü nedeniyle ‘kesinlikle’ var olamayacağını söyler.

2-Negatif ateizm:

Negatif ateizm, tanrının kesinlikle olmayacağını öne sürmemekle birlikte tanrı kavramını reddeder. Tanrının var olması için sağlam veya zayıf kanıtların olmaması nedeniyle tanrının olamayacağını söyler.

3-Teorik ateizm:

Teorik ateizm, diğer ateizm türlerinden farklı olarak hem tanrı kavramını reddeder hemde neden varolamayacağına dair ortaya ‘tez’ koyar. Aslında blogumuzun adı ne kadar da ‘pozitif ateizm’ olsa da biz burada bir nevi ‘teorik ateizm’i de kapsayacak derecede yazılar yazacağız. Çünkü ‘teorik ateizm’in yapısı gereği diğer ateizm türlerinden farklı bir çalışma mantığı da olsa diğer ateizm türleriyle ortak bir noktası vardır.

Ateizm, tanrı, din tartışmalarının ‘teorik ateizm’e girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Önemli olan bir noktaysa  ateizm türlerinin ayrı ayrı kümeler ve birbirinden bağımsız şekilde düşünmemek gerektiği. Mesela, teorik ateizm ile pozitif ateizm aslında aynı temeldedir. Pozitif ateizm; tanrıyı reddetmesi karşısında ortaya ‘tez’ koymayabilir, ama ortaya ‘tez’ koyduğunda ‘teorik ateizm’ sınıflandırmasınada girerek bir kesişim kümesi oluşturabilir diyebiliriz.

4-Pratik ateizm:

Partik ateizm hakkında söylenebilecek pek bir şey yok aslında. Tanrı kavramı hakkında tartışılmaması gerektiğini söyler. Yani bir bakıma agnostizme yakındır.

Kısaca özetleyecek olursam;

Ateizmin her çeşiti tanrıyı reddeder. Aslında bakacak olursak ateizmin tüm çeşitleri George Smith’in sınıflandırması dahilindedir diyebiliriz. Yani fazla dallanıp budaklandırmaya gerek yok. Ateizm; pozitif ve negatif olarak ikiye ayrılır diyebiliriz kısaca.

Pozitif ateizm ortaya ‘tez’ koyarsa ‘teorik ateizm’in kümesine girer. Bu anlamda aslında blogumuz hem teorik hemde pozitif ateizmi kapsayan bir blogdur.

-Okan-